Çocukluğumda bana hep sorarlardı ‘’Sen ne olmak istiyorsun?’’ diye. Ben de bu soruya her gün, her hafta hatta her yaşımda farklı cevaplar verirdim. Bir gün itfaiyeci olmak isterken diğer gün ise kendimi bir şirkette müdür görüyordum. Bazen yarış pilotu oluyordum bazen de hiçbir şey yapmamak üzerine bir iş kurup hiçbir şey yapmama uzmanı olarak anlatıyordum kendimi. Tamamen o an içerisinde bulunduğum duruma göre cevap veriyordum. İsteklerim benim istediğim için değil yaşadığım coğrafyanın, bulunduğum insan ortamının gündemine göre elimde olmayan sebeplerle gelişiyordu. 
    Önüme konulan meslekler sınırsız gözükse de tek bir gerçeği değiştirmiyordu; çalışmak zorunluluğu… Doktor, mühendis, müdür, çöpçü veya herhangi bir mesleği seçmek zorunda bırakılıyordum. Buna göre eğitim hayatımı tamamlayacağım sonrasında bir işe girip tecrübe kazanacağım ardından emekliliğime kadar yani yaşlanana kadar çalışacağım. Önüme sunulmuş olan çoktan seçmeli gözükse de özü aynı olan teklif buydu. Bir şeyler kazanmak için emeğimden, zamanımdan ve yaşımdan vermek zorundaydım. Bir de bütün bunları yaparken arada birini sevecek, ona zaman ve değer verecek, belki de bir aile kuracak, arkadaş çevresi edinecek gibi yan görevlerle donatıldım. 
   Oysaki ben daha kendimi tanımamış bir bireyim. Bir insanın kendini tanımasının bir süresi yokken ben nasıl olur da bütün bunları yapacaktım. Bunların hepsini yapardım, fakat ben o zaman bu hayatta yaşadım ve çok mutlu oldum nasıl diyebilirdim? Bazen aylak aylak sokaklarda gezmek, en büyük şirketin müdürü olup çok zengin olmaktan daha iyidir. Büyüdükçe bu fikir kafamda daha da yer edinmeye başladı. Aslında ben hayata karşı değildim. Ben kendime ve dayatılan sisteme karşıydım. Bir restoranda istediğiniz yemeği değil de menü içerisinde bulunan çok görünen, fakat size dayatılan yemeği yemek gibiydi bu hayatın seçenekleri. Buna da karşıydım. Kendi düşüncelerime, fikirlerime de karşıydım. Karşı olmak denilince hemen ters, düzen bozan biri olarak algılanmak istemem ama ben kimsenin istediği hayatı yaşayamadığı bir insan ömrüne karşıyım.
    Dayatılan bu düzende yaşamak için ihtiyacımız olan şey paradır. Her şeyi para için yapıyoruz. Sabahın köründe kalkıyor, işe gidiyor, strese giriyor, sağlığımızı ve zamanımızı yıllarca bir iş uğruna harcıyoruz. Üstelik o iş bizim bulduğumuz veya bizim fikirlerimiz doğrultusunda yapılan bir işte değil. Mecburiyetten orada duruyoruz ve emeğimizi harcıyoruz. ‘İstemediğim yerde bir dakika bile durmam!’ gibi büyük bir sözü kendimize ilke edinen bizler istemediğimiz yerde ve istemediğimiz şekilde on yıllarca çalışıyoruz. Kimi buna mecburiyet diyor kimi de elimizden ne gelir diyor. İnsanın kendi için bile elinde bir şey gelmiyorsa zaten başkaları için de bir şey yapması beklenemez. Kolay teslim oluyoruz. Dik duramıyoruz. Tıpkı bir gece kesin kararlar alıp sabah kalkıldığında o kararların ne olduğunu unuttuğumuz gibi…
    Tek başıma fikirlerimle hür, söylediklerimle özgür ve duruşumla her şeye karşı olmayı seviyorum. En azından kendim için ve başkaları için mücadele verdiğimi düşünüyorum. Gerçekten de bu mücadeleyi vermesem bile bunu böyle düşünmek benim hoşuma gidiyor. Günler geçip gidiyor. Bu sistemli hayatta insanın yaşlandığındaki en büyük başarısı şu soruyu sormamak olmalıdır: ‘’Acaba başka bir hayat yaşayabilir miydim?’’